9 Mayıs 2014 Cuma

LOZAN:YENİ BİR KİMLİK Mİ?





Türkiye’de siyasi meseleleri ve özellikle kimlik mevzusunu konuşmak için cumhuriyetin temellerine bakmak gerekir.Cumhuriyetin temelleri ise elbette ve şüphesiz,her zaman tartışılan Lozan Anlaşması ile uluslararası bir hüviyet kazanmıştır.Doğal olarak böylesine temel anlaşmanın eleştirilecek çok maddesi olabileceği gibi  bütünüyle tenkide maruz kalması da mümkündür.Resmi tarih söylemi,bu eleştirileri bertaraf etmek için,hiçbir zaman uygulanması mümkün olmayan Sevr Muahedesi ile Lozan Anlaşması'nı  mukayese etmiştir.

Henüz 1800’lerin son yıllarında İngiltere Avam Kamarası'nda Osmanlı ve Kuran hakkında telaffuz edilen sözlere bakmadan hüküm vermek yanlış olur.
19.Asrın sonlarında İngiltere başbakanlığı yapmş ve Osmanlı’nın toprak bütünlüğü lehine olan İngiliz politikasına son vermiş Gladstone kim idi?
William Ewart Gladstone'nun Sömürgeler Bakanı iken Avam Kamarası’nda sarfettiği meşhur bir söz vardır ve o sözü çok iyi tahlil etmek gerektir.İngiltere’de iki kez başbakanlık yapan Gladstone Avam Kamarası’nda açıkça Osmanlı ve Kuran düşmanlığı yapmıştır.
Avam Kamarası'nda sarfettiği meşhur söz şudur: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız.”
Sözün devamında “Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” diyor Gladstone!

Peki 5 Kasım 1920’de Lozan’a giden Türkiye Dışişleri Bakanı ve başdelegesi İsmet Paşa Lozan'da yabancı basın mensuplarına ne diyor?
Saltanatın kaldırıldığını,artık halifenin siyaset dışına itildiğini,”milli hareketin” hiçbir ‘dinî hüviyetinin’ kalmadığını vurguluyor.
İsmet Paşa,halifenin siyaset dışı konuma çekildiğini ve yeni hükümetin dini mahiyetinin olmamasını neden özellikle ifade ediyor?
Ve bu beyanat o günkü Batı ve Lozan kamuoyunda Türkiye lehine hava oluşturuyor.
Biz de bununla mutlu oluyoruz.Çünkü artık gerici “doğulu” luktan kurtulup çağdaş “batı”lılık idealine doğru yelken açıyorduk.

Zafer olarak nitelenen Lozan Konferansı’nda İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon da şunu söylüyordu İsmet İnönü’ye:

“Yunanlılara karşı zaferinize diyecek yok,fakat Müttefiklere karşı muzaffer olamadınız!”

İşte esas olarak Lozan'ın İngiltere için hassas anlamı,öncesi-1880’ler- ve sonrası-1920’ler- ile budur!
Kimlik “devrimi” istikameti çizilmek istenmiştir bu ülke insanının zihniyetine.

O nedenle tesettürün bir şiarı olan başörtüsü için anayasal düzenleme yapıldığı zaman Ertuğrul Özkök “411 el kaosa kalktı” demiştir.
Onun için E.Özkök Ayasofya’nın tekrar cami olmasının tartışıldığı şu günlerde fethin sembolü olan mabedi “Hristiyan mabedi” olarak görüyor!
Ve Ertuğrul Özkök sadece bir semboldür kendi tanımıyla “beyaz Türkler” için.
İşte Özkök ve O’nun gibi düşünenlerin kendilerini “bidonkafalı” halktan bu şekilde ayırdetmesini İsmet Paşa'nın Lozan'daki ve sonrasındaki “dinî hüviyetten sıyrılma” vurgusunun bir neticesi olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Özet olarak Gladstone ile Curzon diye isimler değişse de,İsmet Paşa ya da Ertuğrul Özkök hassasiyetiyle davranılsa da bu süreç,önemli bir süreçtir.
Ve bu tarihi süreç herşeyden önce 600 yıl dünyaya nizam vermiş  "Osmanlı'ya" uydurma bir Batı'lı kimlik çıkarma sürecidir!

6 Aralık 2013 Cuma

VESAYETÇİ GELENEKTEN DEMOKRATİK CUMHURİYETE

Türkiye Cumhuriyeti tarihi ilginç bir inceleme konusu. Kuruluş yıllarından bugüne kadar geçen 90 yıllık kısa tarihine neler sığdırmıştır bu Cumhuriyet.
İlk siyasi partilerin kurulup kapatılması.
Tek parti iktidarının günün şartları içerisindeki karakteri.
Ama en önemlisi elbette 1950 yılındaki Demokrat Parti iktidarı olsa gerek. Tabii on yıllık istikrarlı dönemin akabinde gelen ilk askeri darbe:27 Mayıs askeri cuntası. 
12 Mart 1971 muhtırası,
12 Eylül 1980 darbesi,
28 Şubat 1997 post modern darbesi ve nihayet 27 Nisan e-muhtırası etrafında gelişen siyasi hadiseler çok ilginç tecrübeler barındırıyor hiç şüphesiz. Bu hadiselerin bütünüyle ilgili çok şeyler yazılıp çizildi.Kitaplar değerli birer kaynak olarak raflarda duruyor. 
Ama bütün bunlardan çok daha önemli olan bir hadiseyi 2010 yılında yaşadık. 12 Eylül 2010’da halkın oylarıyla şekillenen ilk anayasa değişikliği gerçekleştirildi.Elbette 1961 anayasası ile 1982 anayasasının halkoyuna sunulduğu gerçeğini unutmuş değiliz.Ama bu iki anayasa da askeri darbe ortamında halkoyuna sunulduğu için gerçekçi bir uygulama sayılmaz. 
2010 yılındaki anayasa değişikliği neticesinde devletin vesayetçi geleneği ciddi anlamda kırıldı.Buna yönelik hukuki altyapısı da değiştirildi. Böyle olmakla beraber bugün,bir hakimin başörtülü olduğu gerekçesiyle bir avukatın duruşmaya girmesini engellemeye çalışması ve duruşmayı ertelemesi vesayetçi geleneğin sürdürülme gayretidir. Aynı şekilde öğrencisinin başörtülü olması nedeniyle dersine girmesini engellemek isteyen öğretim üyesi/görevlisi de bu vesayetçi geleneğin kalıntılarıdır. 
Ak Parti iktidarının büyük ve sabırla yürüttüğü mücadelenin sonucu olan 12 Eylül 2010 anayasa değişiklik referandumunu unutmak şüphe yok ki en büyük nankörlük olacaktır. En önemli sivil demokratik dönüşüme zemin hazırlayan 2010 anayasa değişikliğini unutup örneklerdeki hakim ya da öğretim üyesi üzerinden Ak Parti iktidarına eleştiri yöneltmek ne kadar adaletsiz bir tenkid olur.Ve kamuoyu nezdinde vicdansızca bir girişim olarak değerlendirilir. 
Aynen bunun gibi vesayetçi devlet geleneğinin en derin yapılarından olan Milli İstihbarat Teşkilatı üzerinden fişlenme bahanesiyle hükümeti tenkit etmek de acımasız bir tavır olsa gerek. Bütün bu bilinen süreçlere rağmen bir takım kötü niyetli fitne odaklarının sızdırmış olduğu ham belgelerle hükümeti yıpratma gayreti doğru bir yaklaşım olamaz. Vesayet rejimine karşı en büyük mücadeleyi birlikte vermiş ekiplerin bugün birbirine düşürülme hamlelerinin kimler tarafından organize edildiği malum.Ve bu taktiklerin en çok kimlere yarayacağı da malum. Dolayısıyla malumu ilam kabilinden olan bu hususun samimi ve halis çevrelerin ferasetine havalesi tabiidir. 
“Mümin ferasetli olur,bir delikten iki kez ısırılmaz.” düsturlarına rağmen bu konuların ısrarla işlenmesi perde gerisindeki fitne odaklarına işaret eder. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak, birlik ve beraberlik içerisinde demokrasi mücadelesini gerçekleştiren bizlere düşen esas görev bu puslu havalarda feraset ve basiret örneğini gösterip fitnenin derin merkezlerinin bu oyununa gelmemek olacaktır. 

16 Eylül 2013 Pazartesi

HAKİM GÜÇLERİN SURİYE'YE BAKIŞI

21.Yüzyıl insanlık için bir umudu ifade ediyordu geçen asrın sonlarında. Her yeni başlangıcın umut barındırdığı gibi.
Maalesef durum öyle olmamıştır. Tam tersine bir seyir izlemiştir dünya tarihi. Adalete doğru değil zulme,hakkaniyete doğru değil adaletsizliğe,demokrasiye değil kaos ve kargaşaya yönelen bir tablo ile süre giden dünya duruyor karşımızda.
Suriye ve Mısır bunun en bariz iki numunesi olarak duruyor yanı başımızda.
2001 11 Eylül’ünde İkiz Kule’lere gerçekleştirilen saldırı sonrası Afganistan ve Irak’ta yaşanan gelişmeler hala sıkıntılı bir süreç olarak devam ediyor.
Adeta kurgulanmış bir senaryonun devamı niteliğinde her şey.
Mısır’da Mübarek sonrası gelişmeler bölge insanında umut ışıkları oluşturmuşsa da bu durum fazla uzun sürmemiştir.
Yakın zamanda yaşanan darbe ile Mısır’daki bu tablo sona erdirilmiştir.Açıkçası Mısır’daki darbeden daha ağır olanı Batı’nın ve ABD’nin bu darbeye karşı utanç verici sessizlikleri olmuştur.
Suriye’de muhalefete destek veren kimi Arap Ülkeleri’nin Mısır’da darbecileri desteklemesi de işin tuzu biberi olmuştur.
Hemen yanı başımızda; Suriye’de son üç yıldır yaşanan kanlı iç çatışmalar hem bölge için,hem de Türkiye için gittikçe daha karmaşık bir süreç haline dönüşmekte.
Irak işgali sonrası ABD’de hakim güçlerin gerçekleştirmek istedikleri büyük senaryoyu o dönemde Türkiye’nin yerinde ve zamanında attığı ciddi ön alıcı politikalar engellemişti.
Hazindir ki,Türkiye hala aynı insani amaçları gütmekle beraber bölgede yaşanan bu dehşetli ve kanlı savaş,kimilerince o gün gerçekleştirilemeyen senaryoyu başka bir versiyonda uygulama fırsatı olarak değerlendirilmektedir.
Mısır’da yapılan seçimlerle iktidara gelen Müslüman Kardeşler kısa zamanda bertaraf edilmiş görünmekte o çevreler açısından.Zaten demokrasinin düşmanı darbeye ses çıkarılmamasının temelinde yatan hakikat budur.
Suriye’de ise başından beri olaylara seyirci kalınması ve taktik manevralarla adeta Suriye halkının kaosa sürüklenmesi amaçlanmıştır.
Son olarak geçtiğimiz ay sonunda kullanılan kimyasal silah vahşeti bile sözde medeni ülkeleri ve uluslararası teşkilatları harekete geçirememiştir.
ABD’nin “kırmızı çizgi” mantığı ile tereddütlü tepkileri ve tedbirleri ise Cenevre’de gerçekleşen Suriye’nin kimyasal silahlarını tesbit ve imha anlaşmasıyla havada kalmıştır.
Suriye’de muhalif güç olarak çarpışan çok sayıda gruplar vardır ve bunların sayısı yaklaşık olarak 100 bin civarındadır.Batı bu sayının büyük çoğunluğunu radikal ya da ılımlı İslamcı olarak değerlendirmektedir.Tüm düzenlemelere rağmen laik bir anlayışın çok parçalı bu muhalif yapıda hakim bir liderliğe sahip olamaması dünya nizamına yön veren güçler için derin endişe kaynağıdır.
Dolayısıyla böyle bir ortamda Suriye’deki dengeleri bu sakıncalı muhalif güçler lehine çevirebilecek dış bir müdahale yerine kimyasal silahların kontrol altına alınması daha anlamlı hale gelmiştir o güçler açısından.
Kimyasal veya konvansiyonel silahların Suriye’nin mazlum halkı üzerinde kullanılmasından endişe duymayanların,bu silahlar noktasında ortak bir anlaşmaya varmış olmaları hem Rusya,hem ABD ve İsrail,hem de Suriye’deki mevcut rejim açısından statükonun devamını sağlayıcı görünmüştür.Enteresan biçimde sözkonusu ülkeleriaynı mutabakat metnine ulaştırmıştır.
Mazlum milletler nazarında bir kez daha anlaşılmıştır ki dünyanın hakimlerini harekete geçiren saikler demokrasi,insan hakları ve adalet gibi güçlü seslendirilen kavramlar değil,sinsice karanlık mahfillerde yürütülen pazarlıklar ve hakim güçlerin dünya dengelerini muhafaza güdüsüdür.
Bu da pespaye ve sakil bir maskeden başka bir şey değildir.
Türkiye’nin,büyük güçlerin bu acımasız ve çok yüzlü dünya politikalarını her fırsatta sorguluyor ve afişe ediyor olması şimdilik çok etkin neticeler alınmasına yaramıyor görünse de orta vadede ülkemizi yeniden ciddi ve sözü geçer bir dünya gücüne dönüştüreceğine tereddüt olmasa gerek.